Armağan KULOĞLU


Önce kendin inanacaksın

Önce kendin inanacaksın


Türkiye’nin Kıbrıs politikası, Annan Planı’yla Kıbrıs’ın tamamen elde çıkmasının yolu açılmak üzereyken, Rum tarafının Kıbrıs’ın tam kontrolü ve hâkimiyetinde gösterdiği sabırsızlık nedeniyle direkten dönmüştür. Politika, birçok hata veya başka saiklerle “deneme-yanılma metodu”yla yürütülmüş, sonuçta eşit, egemen iki ayrı devlet olarak doğru yol bulunmuştur.

Türkiye’nin Kıbrıs politikası, iki ayrı eşit, bağımsız ve egemen devlet olup, bunun uluslararası ortamda tanınmasıdır. Bu politika Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafından benimsenmiş ve ortak yürütülen bir politikadır. Devam ettirilmesi, sabır, kararlılık, azim ve sebat ister. KKTC’yi bugüne kadar Türkiye’den başka ülke tanımadı diye, alternatif modeller arayışına girilmez.

Bu arayışı BM, AB gibi kurumlar ve başta Yunanistan olmak üzere birçok ülke yapabilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC’den, iktidardan veya muhalefetten olsun herhangi bir siyasi partinin veya figürün, düşünce kuruluşunun veya akademisyenin yapması kabul edilemez. Bu kutsal davaya ihanet edilemez.

Bu ifademin sebebi, 1958-1960 arasında Kıbrıs için yapılan mitingleri ve mitinge katılanların “Ya taksim ya ölüm”, hatta “hepsi, hepsi” diye yeri göğü inleten sloganlarını radyonun başında takip eden ve bunun heyecanını yaşayan ortaokul öğrencisi vatansever bir yurttaş ve Kıbrıs Gazisi olarak, konunun hem Türkiye’de hem KKTC’de hem de başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere yurt dışında gerektiği kadar işlenmediğini ve izah edilemediğini vurgulamak istememden kaynaklanmaktadır.

 

Ortaya atılan tezler

BM’nin karar aldığı ve birçok ülke tarafından kabul gören tez, iki bölgeli federasyondur. Kabul etmesek dahi resmi durum budur. Vazifemiz, bu tezin makul ve mümkün olan bir çözüm olmadığını tarihi gerçeklerle ve yaşanan olaylarla bıkmadan usanmadan anlatmak ve kendi milli ve devlet politikamız olan, iki ayrı, eşit, bağımsız ve egemen devlet tezini savunmak ve kabul görmesi için çalışmaktır.

İşin üzücü tarafı, bizim bunu savunmamız gerekirken, federasyon modellerinin hem Türkiye’deki hem de KKTC’deki bazı politikacılar, düşünce kuruluşları ve akademisyenler tarafından dile getirilmesidir. Onlar, ortada resmi olarak bir Kıbrıs Cumhuriyeti, bir de fiili olarak KKTC ve GKRY’nin olduğunu, fiili durum resmi hale getirilemediğine göre, resmi durumun fiili hale getirilmesi gerektiğini söylemektedir.

KKTC’den bir akademisyenin tezi; KKTC’nin birinci önceliğinin eşit, bağımsız, egemen, iki ayrı devlet olduğu, ikinci önceliğinin de BM kararına uygun, bazı konularda garantörlük de dahil, daha özerk hareket edebilen, iki bölgeli gevşek bir federasyon olabileceği, GKRY’nin ise birinci önceliğinin üniter bir yapı olduğu, ikinci önceliğinin de federatif bir yapı olabileceği yönündedir. Dolayısıyla buluşulabilecek ortak noktanın gevşek bir federasyon olduğu üzerinde durmaktadır.

Kıbrıs’ta 1974’den beri iki ayrı toplum, 1983’den beri de iki ayrı devlet yapısı olmasından dolayı istikrar vardır. Barış vardır. 2003’de kapıların açılmasıyla karşılıklı gidiş gelişlerin yapılması, birkaç küçük sayılabilecek olay hariç önemli bir hadisenin çıkmaması insanları yanıltmamalıdır. Karşı tarafa giden insanların yeniden kendi topraklarına döndüğü, sürekli birlikte olunduğu taktirde eski husumetlerin tekrar ortaya çıkmasının kaçınılmaz olacağı dikkate alınmalıdır.

KKTC hükümetinden bir bakan da; KKTC’nin tanınmaması halinde Tayvan veya Nahçıvan modeliyle yola devam edilebileceğini ifade etmektedir. KKTC’nin Özerk bir yapı olarak Türkiye’ye ye dahil olması modeli cazip gibi görünse de bazı sıkıntıları beraberinde getirebilir. Bunun için önce KKTC’nin Türkiye’ye katılması gerekir. Böyle bir ortamda KKTC’nin Türkiye toprağı kabul edilmesinin iç siyasette ve uluslararası hukukta ve ilişkilerde sıkıntı yaratacağı açıktır. Bu modeller, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısıyla da uyumlu olmayıp, zaman içinde sorunlar yaşanabilir. Ayrıca KKTC’nin bağımsız ve egemen bir ülke olmasıyla elde edilecek, uluslararası başta olmak üzere her alanda Türkiye’yle birlikte hareket etme imkanından da mahrum bırakabilir.

 

Devam eden müzakereler

Kıbrıs konusu 50 yıl müzakerelerle geçmiştir. Müzakerelerden Türk tarafının hiç çıkarı olmamıştır. Türkler için müzakere taviz demektir. Taviz de Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hak, menfaat, güvenlik ve çıkarlarından, Kıbrıs Türkünün de bağımsızlık, egemenlik, can ve mal güvenliği ve KKTC’den, yani vatanından vazgeçmesi demektir.

Türk tarafı müzakere masasına çekilmeye çalışılmaktadır. Masaya ancak ayrı, eşit, bağımsız ve egemen iki devletin tüm taraflarca kabul edilerek el sıkışması amacıyla oturulabilir. Annan Planı’nda yapılan büyük hatadan, karşı tarafın bir an önce hakimiyet ve etkinlik sağlama sabırsızlığı sebebiyle kurtulduğumuz unutulmamalı, hiçbir düşüncenin etkisiyle tuzağa düşülmemelidir.

Ancak yine BM Genel Sekreterinin özel girişimiyle bir yılı aşkın süredir “gayrı resmi” adı altında devam eden bir müzakere süreci başlatılmıştır. Temmuz 2025’de Cenevre’de yapılmak üzere bir yenisi daha düzenlenmiştir. Türk tarafı şimdilik mevcut devlet politikasındaki ısrarını sürdürmekte, BM ve Rum-Yunan İkilisi de bunu nereden delebiliriz diye fırsat kollamaktadır.

***

-KKTC Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanmasıyla kurulmuştur. Uluslararası hukukta ve ilişkilerde bir devlet olarak işlem görme hakkına sahiptir. 1974’den beri adada sükûnet ve barış vardır. Üniter yapının imkânsız olduğu 1960-1974 arasındaki dönemde, Federasyonun da mümkün olamayacağı 1974-1983 arasındaki dönemde görülmüştür.

-Federasyon algısına engel olmak için, bir an önce KKTC’nin adının KTC (Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) olarak yeniden isimlendirilmesinde fayda görülmektedir.

-Kıbrıs konusunun Türkiye için bir sorun olmadığı kararlılıkla ve açık olarak ortaya konmalı, Türk tarafınca bu konu “Kıbrıs sorunu” olarak ifade edilmemelidir. Sorun, 1974’de çözülmüş, 1983’de bitmiştir.

-KKTC’nin tanınması çalışmalarına azimle devam edilmelidir. Ancak tanınmazsa, bugüne kadar olduğu gibi kıyamet de kopmaz. Fiili durum devam eder. Çözüm adı altında başka bir yol aramak, mevcut stabiliteyi ve barışı tehlikeye düşürür.

-Bu konuda yönetimlerin olduğu kadar, her iki ülke muhalefetinin, sivil toplum örgütlerinin, akademisyenlerin ve tüm vatandaşların, sorumluluklarının bilincinde olarak ve Türk Milli Menfaatlerini gözeterek hareket etmesi elzem görülmektedir.

-Rum-Yunan ikilisi uluslararası her imkânı fırsata çevirme peşindedir. Her ikisi de tarih boyunca Türk düşmanlığından beslenmiştir. Türkler aleyhinde propaganda yapmakta, uygun ortam bulduklarında aleyhte davranışlar sergilemektedir. Milli marşları dahi Türklere kin kusmaktadır. Okullardaki ders müfredatlarında Türkler aleyhinde konular işlenmekte, genç beyinlere küçük yaştan itibaren Türk düşmanlığı aşılanmaktadır.

-1960’lardan beri iki nesil geçmiş, üçüncü nesil yetişmektedir. Geçmiş unutulmaya yüz tutmuş, şimdiki hayat, sanki hep böyleymiş zannedilmektedir. Bu nedenle Türk okullarında da, Rumlar gibi düşmanlık içeren değil, olan biteni bütün gerçekleriyle ortaya koyan derslere yer verilmesine ve halkın da bu yönde bilinçlendirilmesine ihtiyaç olduğu, yapılan gözlemlerden anlaşılmaktadır.

-Davaya sahip çıkmak için önce kendimizin inanması gerekir.