Çöken bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti, büyük bir ideal ve kararlılıkla inşa edildi. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kurtuluş mücadelesi vererek yalnızca bağımsızlığı kazanmakla kalmadılar; aynı zamanda çağdaş, laik ve demokratik bir devletin temellerini attılar. İşgal güçlerinin yurttan kovulmasıyla birlikte Sevr Antlaşması yırtılıp tarihin çöplüğüne atıldı ve Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes eşit haklara sahip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ilan edildi.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesi; hukukun üstünlüğü, halk egemenliği, eşit yurttaşlık ve liyakat esasına dayalı bir yönetimi öngörüyordu. “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, yalnızca bir slogan değil; anayasal bir kural ve toplumsal bir sözleşme haline geldi. Kanun önünde herkes eşittir. İktidarın meşruiyet kaynağı halktır. Seçme ve seçilme hakkı milletindir. Hiçbir sınıf, zümre ya da kişi yönetimde ayrıcalıklı değildir.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla yeni bir dönem başladı. Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçildi, İsmet Paşa’ya başbakanlık görevi verildi ve ilk Cumhuriyet kabinesi kuruldu. Zaman içinde bu yapı kökleşti, anayasal temeller güçlendi, çok partili hayata geçildi ve Türkiye demokratik parlamenter sistemle yönetilen ülkeler arasına katıldı.
Ancak bugün geldiğimiz noktada, Cumhuriyetimizin temel değerleri sorgulanır hale gelmiştir. Anayasa'nın ilk dört maddesi üzerinden yürütülen tartışmalar, toplumda ciddi kaygılar yaratmaktadır. Oysa bu maddeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu, egemenliğin millete ait olduğunu güvence altına alır. Bu ilkeler yalnızca hukuki normlar değil; aynı zamanda ulusal bir duruşun, tarihi bir iradenin ve ortak vicdanın ifadesidir.
Yakın coğrafyamızda yaşanan gelişmelere baktığımızda; dış müdahalelerle rejimlerin değiştiği, devletlerin parçalandığı Irak ve Suriye gibi örnekler bizlere önemli dersler vermektedir. Bu yıkımlar, Türkiye gibi tarihsel ve jeopolitik önemi büyük bir ülkenin, kendi değerlerine daha sıkı sarılması gerektiğini açıkça göstermektedir.
İşte tam da bu noktada kendimize şu hayati soruyu sormalıyız: Torunlarımıza nasıl bir Türkiye bırakacağız?
Yalnızca ekonomik büyüklüklerle, altyapı yatırımlarıyla ya da teknolojik ilerlemelerle değil; özgürlüklerin güvende olduğu, hukukun üstünlüğünün esas alındığı, laikliğin korunduğu, demokrasinin işlediği bir Türkiye bırakmak zorundayız. Bu sorumluluk hepimizin omuzlarındadır. Çünkü Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil; bir bilinç, bir duruş ve bir yaşam tarzıdır.
Bugün, Atatürk’ün “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözünü yeniden hatırlamanın ve bu mirasa sımsıkı sahip çıkmanın zamanıdır.
Torunlarımızın başı dik, özgür, adil ve çağdaş bir ülkede yaşamalarını istiyorsak; geçmişten aldığımız ilhamla bugünü doğru değerlendirip, geleceğe sağlam temeller atarak Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmalıyız.